28 Aralık 2012 Cuma

aralık ayı, o kadar uzun geldi ki bu yıl. bitmek bilmedi bir türlü. 2012 iyi gelmedi bana hiç. sevemedim de… bn de kendime yeni yıl hediyesi olarak geçen hafta uçak bileti aldım, tabi patronum izin verince. ofisten çıkarken “nereye gidiyosun, eve mi?” diye soranlara “Londra'ya” demek ve yüzlerindeki şaşkınlığı seyretmek çok keyifliydi. yoğun kar yağışı nedeniyle uçağım önce 02.00'ye ardından da 04.00'e ertelenmesine rağmen, bir başka uçakta tesadüfen kalan boş koltuğa talip oldum ve kendimi 15dk içinde Londra'ya uçarken buldum!.. Cansu'nun şaşkınlığı dillere destandı. çok özlemişizz birbirimizi. yalnızca 2 saatlik uykuyla geçirdiğim önceki güne rağmen sabahın 4üne kadar konuştuk. 
londra'yı, londra'da olmayı ne çok özlemişim!.. sokaklarını, caddelerini, restoranlarını… hepsini, herşeyi… hydepark'da kurulan winterwonderland'e bayıldım. çocuklar gibi eğlendik, dans ettik… power tower'a bindim. saniyeler içerisinde bir gökdelenin tepesine çıktığınızı ve sonra yer çekimine bırakıldığınızı düşünün. orda yaşadığım anlar aklıma geldikçe hala içim çekiliyor ama inanılmaz bir deneyimdi. olur da bir gün uçaktan paraşütsüz atlayacak olursam, heralde böyle birşey yaşarım. power tower'ın etkisinden kurtulunca, buz pistine göz diktik ancak bnm orada bulunacağım hiçbir gün ve saate bilet kalmamış! neyseki her yerde ayrı ayrı buz pistleri kurulmuş. national history museum'un bahçesindeki piste bayıldık. bilet fiyatları hepsinde biraz tuzlu ama denemeden geçilmemesi gereken bir deneyim. çok keyifliydi. keşke istanbul'da da pistler kurulsa, paten yapabilsek. 
ikinci el pazarları, mağazalar ama çokça restoranlar, değişik mekanlar ve birbirinden lezzetli yemeklerin geçit töreni gibiydi Londra… çok güzel bir haftasonunun ardından, gelirken yaşadığım şansı evde bırakmış olmalıyım ki uçağımı kaçırdım! check-in desklerin yalnızca 5dk önce kapanmış olması çok büyük talihsizlikti. üzerimdeki şoku atlatınca biletimi yanmaktan kurtarabildim. ertesi gün ilk uçakla istanbul'a geri dönüp kendimi işe ışınladım.
tanrımmm!!! bu kadar güzel birkaç günden sonra birikmiş işler, yapılması atlanmış konuşmalar, mailler, mailler, mailler… söylememe gerek var mı bilemiyorum pazartesiden beri mesai yaptım. yoğun geçen bir haftayı cuma günü yaptığımız yeni yıl partisiyle kapattık. hepimize iyi geldi, kafamız dağıldı. bu hafta bekliyorum, bakalım ne koşturmacalar bekliyor beni. öyle ya sakin geçen tek günüm var mı benim, hiç hatırlamıyorum!

22 Aralık 2012 Cumartesi

First day in Wonderland! Yay!! :) #winter #winterwonderland #hydepark #london #igerslondon (at Winter Wonderland)

15 Aralık 2012 Cumartesi

şaka maka aralık ayının ortasına geldik. son günlerde kafamın içi sanki sisli… cumalar cumaları kovalıyor, haftasonu gelip geçiyor. en son kasımda bırakmıştım kendimi. gözümü açtım, burdayım. kışın en güzel aylarını hiç etmişim. neyseki hala onbeş günüm var, kendimi güzelliğine kaptırabileceğim… çam ağacını artık ortaya çıkartmalı ve süslemeli, hazırlıklara başlamalıyım. parti başlasın!!!

13 Aralık 2012 Perşembe

tanrım, evimi, odamı, duşumu, mutfağımı, evimin her metrekaresini özlemişim. özellikle son birkaç haftadır, epey geç geliyorum. iş yoğunluğunu sevecek kadar mazoşistim kabul. ama bazen aşırıya kaçıyor. eve o kadar çok geç kalıyorum ki, koltukların yüzünü bile görebilene aşkolsun. çok uykum var, hem de öyle ki yürürken bile uyuyakalabilirim. 
yeni yıl yaklaşıyor. hava soğumaya başlarken, kasım ayının son günlerinde starbucks'lar gösterir kendini ilk. kırmızılar, yeşiller, altın sarıları… alışverişe gidesim, tüm maaşı mağazalara gömesim var. tutuyorum kendimi. kendime alacağım ilk şey küçük bir çam ağacı ve masamda christmas havası. yılbaşı planları ise yolda. güzel olacak herşey =))

29 Kasım 2012 Perşembe

telefonunuzda son aramaları, sevdiklerinizden çok seramikçi, boyacı, coriancı, mobilyacı, patronunuz, iş arkadaşınız, müşteriniz ve bilimum birlikte çalıştığınız insanlar doldurmaya başlamışsa anlayın ki siz de işkolik bir insana dönüşüyorsunuz. arkadaşlarınızın çağrılarını gördüğünüz halde hatırlamanız iki haftanızı alıyorsa, üstelik hala aramaya vakit ayıramıyor veya akşamları telefonda konuşamayacak kadar bitkin düşüyorsanız, aynı haftaya görüşmek üzere yediden çok insana söz verdiyseniz, bu hafta görüşelim mutlaka demenizin üzerinden günler haftaları, utanmasa ayları kovalayacak olsa, öğle yemeğinizi akşam 5lerden sonraya sarkıttıysanız, siz de bu kaosun bir parçası olmaya başlamışsınız demektir. sorun şu ki, çözümü ne bilemiyorum. keza bilsem kendim uygular, kendimi kurtarırdım. yan etkilerinden en büyüğü de işle ilgili olmayan hiçbirşeyi hatırlayamamanızdır. buna cevaplar verdiğiniz sohbetler de dahil!!! sonucu mu merak ediyorsunuz: endişeli bir anne ve isyankar bir sevgili… haklılar ne diyebilirim ki… şu aralar tek istediğim şey, uzun ama çok uzun bir haftasonu… bulutlu kapalı havada, battaniyemin altına sığınıp elimde bir kupa kahve, tüten bir sigara ve tüm vaktimi gönül rızasıyla verebileceğim filmler ve kitaplarım… ohh god, it’s still not friday!

25 Kasım 2012 Pazar

mimarlık gerçekten de hela çizmekten geçiyormuş, bu hafta bunu anladım. okula ilk başladığımda çözememiştim elbette. sonra iş hayatına atılınca işin aslını farkediyorsunuz, kendinizi hela çizerken veya helataşı seçerken bulduğunuzda. insan farklı şeyler yapacağını düşünüyor, ve gerçekten şanslı olanlarımız bunu yapabiliyor vefakat eninde sonunda küçük ya da büyük bir hela heryere çiziyoruz. =)
hayat bazen sadece siyah ve beyaz… grisiz…

13 Kasım 2012 Salı

bir haftadır şantiyedeyim. exhausted kelimesinin fiziksel olarak birebir tanımını yeniden yapıyorum. böyle yorgunluk görülmedi. herkesin aynı anda soru sorması ve çözüm beklemesi de cabası. yine de gün sonu aldığımda, yüzümde kocaman bir gülümseme oluşturuyor “mimar hanım” olarak çağırılmak. uykusuzluğun dibindeyim acilen kaçmalıyım ve ofise geri dönüş yapmalıyım. yoksa simam unutulacak yoksa!

6 Kasım 2012 Salı

kedilerle ne alıp veremediğim var benim? deliriyorum!.
uyku saatimi yine çoktan geçirdim. doğruca eve gelip duş alıp yorganı üzerime çekip romantik komedi bir filme bakarken uykuya dalmak yerine, iş çıkışı kapanıncaya kadar avm'de dolanıp kıyafetlerin zevksizliğine kendimi boğduktan sonra bu saate kadar oyun oynadım. sonuç ortada… artı olarak haftalardır yapmam gereken söz verilmiş tatlılarımı yapmalıydım! tatlı demişken, bugün istanbul'u hallaç pamuğuna çeviren annemin almadığı tatlı kalmamış. god damm it! tüm zaaflarımı biliyor bu kadın! beni vuracağı noktayı da!!! sanırım bir ömür yemek yememem lazım!!! aç kalmak tam bana göre. hafif hissediyorum kendimi. yersen!

3 Kasım 2012 Cumartesi


bugün herşey ama herşey bana Londra'dan döndüğümden beri tembellikten, zamansızlıktan, deli gibi yorgun olmaktan, hep uykusuzluktan yapmayı sürekli ertelediğim birşeyi gözüme sokmaya başladı. artık yazmalıyım dedim. aslında son zamanlarda yaşadıklarımı yazmak yakın tarihimin özetini okumak gibi… son yazdıklarım bir bakacak olursak
londra’ya gittim gideli, istanbul iyice ısınmış, trafiği bir o kadar karışmış, masamda yapılacak işler ise epeyce kabarmış…. nasıl geçti diye soranlara ne gittiğimden birşey anladım ne de döndüğümden demek isterim. sadece çok yorgunum çok. hasta olmam da cabası… londra’yı soracak olursanız bıraktığım yerde duruyordu. istesem denk getiremem, londra fashion week’e denk geldim. dünyanın her yerinden ünlü bloggerlar, modacılar ve modeller… tek kelimeyle büyük şanstı!.. london design week’in de aynı haftaya rastlaması bir o kadar talihimin açık olduğunu gösteriyordu ama gelin görün ki bu seferki ziyaretim travel’dan çok business idi… cansu artık bir londoner… londoner demişken, picadilly street üzerinde kahve dünyası açılmış diye duymuştum. veni, vidi, vici! Fortum & Mason’dan alınan üzümlü ekmeklerle kahvaltılar, Queen Elizabeth ile beş çayları, gün geceye döndüğünde ise publarda biralar… arkası yarın…
siz arkası yarın lafından ne anlarsınız bilmem ama benim için önümüzdeki hafta, önümüzdeki ay, hatta önümüzdeki mevsim anlamına bile gelebilir. ama kesinlikle (!) yarın demek değildir. evet! biliyorum. sürekli kaçışlarımın bahanesi bu. günah çıkartıyorum ve artık temiz bir sayfa açıyorum.
bilindiği ve önceden de belirttiğim üzere cansu artık bir londoner. burdan açıklasam mı bilemedim ama paylaştığı fotoğraflar ortak çevremiz arasında nahoş karşılanmaya, hatta haset güdülmesine bile sebep olmaya başladı diyebilirim. insan bu kadar da gezmez ki yahu! nidaları artık kulağımın yanından vızır vızır… istanbul'da olmak iyi hoş da, çalışan olunca işler zor tabi. insanın canı çekiyor. keza benzer şeyi ismi lazım değil bir arkadaşım, antalya sahillerinde denize vuran dalgaların ve yürürken tınlayan kumların sesini dinletmek suretiyle çin işkencemsi bir şey yaşatmıştı. sonu tatlıya bağlansa da o ana dek karşılıklı çirkinleştik. çalışan insan espiri, şaka kaldırmaz diyorum inanmıyorsunuz.
londra dönüşü, istanbul'un yazdan kalma günleri beni iyileştirdiği yetmiyormuş gibi olabilecek muhtemel tüm bahar depresyonuma da iyi geldi. ben dünyanın en mutlu insanı tadında işe(!) gidip geldim. fotoğrafları bile bilgisayarıma atmadım. nasıl bir işkolik oldum bilemiyorum. işten ne zaman 7de çıktım anımsamıyorum… şikayet içinde olduğumu ise hiç hatırlamıyorum. londra detaylarını sonra paylaşacağım.
cansunun doğumgünü ilk kez bu yıl 3.015,6 km uzaktan kutladık. 107 ekran bir kareye karşı pasta tutmak tuhaftı çok. doğumgünü hediyesi olarak hazırladığımız video oldukça eğlenceliydi. şafak'ın çin'in muhtelif yerlerinde haftalar öncesinden aldığı görüntülerle zenginleştirilmiş versiyonu ise göz doldurdu.
bayramda nihayet abant'a kaçtım. gitmek isteyip de bir türlü gidemediğim Ayı Yogi'nin memleketimsi bir yer. kendimi amerikan filmlerinde gibi hissettim. güzeldi. hem de çok. öyle fotoğraflardan anlaşılması zor. yaşanması, deneyimlenmesi gereken bir yer. kışın gitmek lazım bir de dicem ama zaten kışı aratmıyordu. 1300 küsur metre, dağın tepesinde. haliyle don-duk!!! şöyle ifade etsem daha iyi olabilir, kar yağdığında da görmek lazım azizim.
patronumdan aldığımız tatil haberi, bayram çikolatası kıvamındaydı. özel sektörde yazısız olarak kabul gören resmi tatilde mesaiye devam sloganının aksine arife gününü ve cumhuriyet bayramını, büyük bir keyifle evde geçirdim. yılın son tatiliymiş. öyle deniliyor ama bana her cumartesi pazar zaten tatil. yeterki ekstra mesai olmasın.
belirtmeme gerek var mı tekrar bilemiyorum ama haftaiçi tam gaz. koşturmaktan arta kalan zamanlarda kendimi kitaplara, en çok sevgilime ve akşamları da annoşla House seanslarına adamış vaziyetteyim. şaka maka haftaiçi uyumuyorum. neyseki iki günüm var enerji depolamak için.
öyle böyle zaman geçiyor işte. fotoğrafları sonunda ekledim. hatta bu yazıyı bile sanıyorum ki 2 hafta arayla yazıp tamamladım. benden adam olur mu bilemiyorum. hala umutluyum! son okuduğum kitaba göre evrene enerji gönderiyorum. geri dönecek sanırım bumerang gibi.
kasım geldi sonunda! en sevdiğimdiğim aydır. sweet november filminden dolayı değil beyler, rahat olun. ekimde yaşanan dengesiz havanın sona erdiği, benim de pamuk ipliğine bağlı dengemi alt üst eden dönemin geçmeye başladığı, starbucks'ların noel havasına büründüğü, havanın iyice dozajını arttırdığı, yünlü kalın kazaklarımın içine gömülmeye başladığım, battaniye-sıcak çikolata-film üçlemelerini yapabileceğim en güzel ay işte! daha ne olsun. herkese güzel bir kasım olsun!
sevgiler…

1 Ekim 2012 Pazartesi

gün biterken, tüm mimarların dünya mimarlık gününü kutluyorum… =)

28 Eylül 2012 Cuma

27 Eylül 2012 Perşembe

londra'ya gittim gideli, istanbul iyice ısınmış, trafiği bir o kadar karışmış, masamda yapılacak işler ise epeyce kabarmış…. nasıl geçti diye soranlara ne gittiğimden birşey anladım ne de döndüğümden demek isterim. sadece çok yorgunum çok. hasta olmam da cabası… londra'yı soracak olursanız bıraktığım yerde duruyordu. istesem denk getiremem, londra fashion week'e denk geldim. dünyanın her yerinden ünlü bloggerlar, modacılar ve modeller… tek kelimeyle büyük şanstı!.. london design week'in de aynı haftaya rastlaması bir o kadar talihimin açık olduğunu gösteriyordu ama gelin görün ki bu seferki ziyaretim travel'dan çok business idi… cansu artık bir londoner… londoner demişken, picadilly street üzerinde kahve dünyası açılmış diye duymuştum. veni, vidi, vici! Fortum & Mason'dan alınan üzümlü ekmeklerle kahvaltılar, Queen Elizabeth ile beş çayları, gün geceye döndüğünde ise publarda biralar… arkası yarın…
london | Tumblr on We Heart It. http://weheartit.com/entry/36608539

15 Eylül 2012 Cumartesi

12 Eylül 2012 Çarşamba

28 Ağustos 2012 Salı


daha tatilden dönmeden, bir sonraki bayramda nerelere gitsem planlarına giriştim. alternatif çok, karar vermek zor!.. 9 güne bağlansa da, nireleri nireleri dolaşsam… Assos'un tadı damağımda kalmışken, geçen seneden beri özlemini duyduğumuz ‘tourist day’ konseptimizin ilkini gerçekleştirdik. her ne kadar günümüzü, tam anlamıyla yabancı turistler gibi gezememiş olsak da istanbul dışından geliyormuş izlenimi bıraktığımızı tahmin ediyorum. nasıl oluyo o derseniz, kurallardan ilkini doğrudan atlayıp türkçe konuştuk mesela. giriş kuyruğunun kuyruk olmaktan çıkıp sultanahmetin içlerine doğru kıvrılan sarmallara dönüştüğü yerlerden de kaçtık. ama müze kartımızın vip hizmetinden sonuna kadar faydalandık. o insan yığının arasından kırıta kırıta geçip doğrudan içeri alınmak çok hoştu. her dönem olduğu gibi muhteşem yüzyıl ile iyice gazlanan 'the harem’ gene çok büyük merak konusu… girişte vip mip işlemiyor. tıpış tıpış 15 lira bilet ücreti ayriyetten (!) ödeniyor. laf lafı açtı da aklıma geldi, harem sergisinde canlandırma yapsalar güzel olurdu. birkaç model tutulsa, giydirilse, hareme oturtturulsa… birinin eline udu, diğerine kanunu… biri köşede lülesini tüttürse, diğeri etrafı kesse… eskiden böyleymiş dense.. niçün olmasın? burdan kültür ve turizm bakanımıza sesleniyor, önerimi dikkate almalarını rica ediyorum.
ayasofya, topkapı sarayı, arkeoloji müzesi üçlemesini yaptık. güneş tepeden inmeden geçen seferki gibi terasımıza yerleştip, biralarımızı içebilmek için epey çaba sarfetmedik değil. özellikle de arkeoloji müzesinde şark eserleri ve çinili köşk ziyarete açılmış. içinden çıkmak istemiyor insan. neyse ki aşırı sıcakta bira daha ağır basıyor…
episode 2'de sizi nelerin beklediğini ancak bölüm geldiğinde göreceğiniz… yok size fragman mrangman…

25 Ağustos 2012 Cumartesi

sabah otobüsten indiğimde, bir tatil havası sardı her yanımı. güneş, saatin erken saatlerinden itibaren bugün çok yakıcam dercesine kızıldı. ağustosun son günlerini, güneşin de son demlerini yaşarken şunun şurasında nerden çıktı bu tatil esintisi? çam ağacının kurumuş iğneleriyle dolu yerleri görünce anımsadım tanıdık gelen havayı. çocukluğumdandı bu tanışıklık. çam ağacı kokan sıcak havanın kokusu… çoğu için denizin kokusudur tatil, kimisi içinse kum… benim için hep çam ağacı oldu. bir de güneş kreminin kokusu. bunların birlikte olmadığı hiçbir yer tatildeyim dedirtmezdi.
daha işe güce girişmeden aklıma düştü. büyüdüğüm, yaşımın her evresini geçirdiğim antalya. denizcilik işletmelerinde çalışırdı annem. antalyda'daki lojmanlarına giderdik biz de. gider gitmez ilk iş fiş alınır, koçanlar bel çantalarında taşınırdı. sahi o zamanlar küçükten büyüğe herkesin bel çantası vardı. babam dahil! erkeklerin feminen bu işler diye çoğu şeyi küçümsemediği yıllardı 90lar. table d'hote yemekler çıkar, sabahlara kadar okey oynanırdı. orası krallığımdı benim. 3 yaşındayken bile yanında kimse olmadan özgürce gezebildiğim topraklarım. para hesabı yapmayı ilk öğrendiğim, gece yarısı kapanan diskolarında tarkan, sezen aksu, barış manço ve daha nicelerinin şarkılarıyla dans ettiğim, bana uçsuz bucaksızmış gibi gelen… daha da önemlisi babamla ilk kez tatile gittiğim…
alt tarafı bir çam ağacı iğnesiydi beni buralara götüren… çocukluğumu özleten…
istanbul'a döndüm… döndüm döneli, otobüsten inmeseydim gerisin geri beni götürseydi diye düşünmeden edemiyorum. pırıl pırıl parlayan denizi, buz gibi biraları ve sımsıcak güneşi sen bırak dön buralara.. olacak iş mi? bu şehir komple bir baş ağrısı. üç gündür uykusuzgeçen gecelere, bu geceyi de ekledim. üstelik yarın son demlerini yaşadığım bir elin parmaklarından bile az kalan işsiz cumartesim. lakin bir mani hep çıkıyor böyle durumlarda. eve gelirken yatağının hayallerini kurarken kendini balkonda bira içerken bulabiliyor insan…

19 Ağustos 2012 Pazar

MIMAR HANIM ASSOS’TAN BILDIRIYOR…

arayı her zamanki gibi epey açtım. çok şeyler biriktirdim. bazen aklımda yazılıyor söylemek istediklerim. gelin görün ki zaman çok ivedi. aynı hızla da geçip gidiyor kelimeler, cümleler. iş güç yolunda. çok mu çok yoğun. ama itiraf edeyim, ne kadar şikayet edersem edeyim, böyle yaşamayı seviyorum işte. nefret etmeme rağmen, ben tam bir metropol kızıyım. emeklilik hayallerimi tekrar gözden mi geçirsem ne?!…
bayram geldi, fırsat bilip tatile kaçtım. assos'tan bildiriyorum… burası çok güzel. =) büyük haber ise sonunda bronzlaşabiliyorum. evet, bildiniz! sonunda formulünü buldum! uzun araştırmalarım sonucunda, bembeyaz tenimi bronzlaştırmanın sevinci içindeyim. güneşin keyfini sürüyorum. denizin sesini ne çok özlemişim… bebek sahilde duyabileceğiniz birşey değil, tatilin şarkısı bu. kıyıyı ıslatıp kaçan dalgaların sesidir… Midilli'ye baka baka biramı içiyorum şimdi. avcı böreği öğlenleri süper oluyor ama sanırım, bugün değişiklik yapıp gözleme yicem. akşama ise rakı balık var… velhasıl kelam tatil güzel şey…
bayram dedim de… bu ilk bayram benim için. uzun zamandan sonra ilk… farkettim ki artık bayram falan istemiyorum. anılarımda kalsın onlar. bayram sabahları kahvaltı hazırlıklarının koşuşturmacası, el öpme sırası, harçlık fasılları ve evin küçüğünün çikolata ikramları. kahve keyifleri, fotoğraf çekilmeler… hepsi anılarımdan birer kare artık benim için….

23 Temmuz 2012 Pazartesi

bu hafta öğrendiklerim…
her ne kadar tatilinizi planlamış olursanız olun, siz çalışırken başkalarının tatilden an be an yayınladıkları fotoğraflara insanın içi gidiyor. evde yalnız olmak özgürlüğünüzü ilan etmeniz anlamına gelse de, ev kadınlığı ağır gelebiliyor. bknz. ay şekerim acelem var. daha eve gidip çamaşır yıkayacağım. ayrıca yemek pişirmeye doğuştan gelen yeteneğiniz varsa bile pişirmeye pişirmeye kaybedebilirsiniz. tavuktan olduğu kadar köfteden de nefret ediyorum artık! ne inegölü kaldı ne tekirdağı. kaşarlısı ve kasap olanı bile artık renk getirmiyor hayatıma. ayrıca tek başınıza olunca iki gün orda üç gün burda olmak, her geceyi dışarıda içip eğlenerek geçirmekten daha yorucu. insan evini ve yatağını özlüyor. bir de Jean'ı. gezip tozmaktan evladımın karnını doyurmayı unutmuşum. hızı seven biri olarak eve nasıl gittiğimi siz hayal edin artık. sonra evin sessizliğine ve durgunluğuna alışınca iki kişi bile insanın başını döndürebiliyor. tespitlerim devam edecek…

11 Temmuz 2012 Çarşamba

tüm günü bilgisayar başında geçiriyor olmama rağmen, akşamları bana kalan nacizane vaktimi de bu şekilde tüketiyor olmam çok manidar. bilgisayar bağımlısı olduğumu artık kabullenmem gerek. yoksa insan öğle yemeklerini bile niye çizerek harcar ki…
hava sıcaklığının haddini aşmasıyla, yaz kendini hissettirmekten öte bir hale gelmişken, tatil artık kaçınılmaz oldu. rezervasyonum tamam. biletler alındı. yolcudur abbas bağlasan durmaz, dicem ama yanlış anlaşılacak. benim için en az bir ay daha maçkanın taşlı yolları gözüküyor. amma velakin bu hafta evin diğer kadınlarını uğurluyorum tatile. demoiselle, viyana'yı fethetmeye gidiyor. artık o mu fetheder, viyana mı onu fetheder bilemiyorum. madame ise güneye göz dikmiş durumda. ilk hedefi akdeniz!
bendeniz de tatile gidenlerin rahat bıraktığı güzel istanbul'un keyfini sürüyor olacağım. işten vaktinde kaçabilirsem…

30 Haziran 2012 Cumartesi

harbiye'de askeri müzeyi geçince maçka'ya yönlendiren bir park var. özellikle sabahları işe giderken görüyorum. bu minnoşlar, her yerdeler. kedi cenneti gibi bir yer. hatta yavru kedi cenneti. birkaç tanesini çantama atıp kaçasım geliyor.
satın aldıktan sonra oraya ilk kez gidişimi hiç unutmadım. okul çıkışında servis bırakmıştı. üzerimde üniformam, 3. sınıfta bir miniydim. temizlik bitmiş, yerlerin halıfleksleri yapılmış, amcamın ve babamın ellerinde birer maket bıçağı son rötuşları yapıyorlardı. bense mutfak tezgahında ödevlerimi yapıp bu görüntüyü aklıma kazıyordum sanırım.
sonra evim oldu. 3. sınıf boyunca hergün önce buraya uğradığım, okula burdan gidip geldiğim, çocukluğum boyunca tüm yazlarımı geçirdim ikinci evim. üniversite boyunca atölye olarak kullandığım, diplomaya hazırlanırken yatıp kalktığım, haftalarca içinden çıkmadığım evim. babamın sigara içtiğimi ilk öğrendiği ve görmezden geldiği yerdi. geceleri içtiğim, arkadaşlarımla takıldığım, arabamı güvenle bırakıp gittiğim, eve dönmeden önce mutlaka uğradığım yerdi. ofise gidiyorum dediğimde, herkesin ilk aklına gelen yerdi, kendi işyerim değil.
artık o olmadan yeni bir düzen kurulacak hayatımda. her nasıl olacaksa. 24 ocak'tan beri her gittiğimde içinde eksiklik hissettiğim yer, 25 hazirandan itibaren içinde başkalarını ağırlayacak. ne zamana kadar bilinmez ama artık böyle.

27 Haziran 2012 Çarşamba

"And there will come a time, you’ll see, with no more tears. And love will not break your heart, but dismiss your fears. Get over your hill and see what you find there, With grace in your heart and flowers in your hair."

- After The Storm, Mumford and Sons (via vintage-kisses)

23 Haziran 2012 Cumartesi

BURALARA UĞRAMAYALI…

tam bir ay olmuş elim varmayalı buralara… üniversite mezunu ev kadınlığımı, taptaze yeni bir işe girerek noktaladım. bazen facebook profilimde about kısmına bunu da deneyim olarak yazmak istemiyor değilim. hayatımda yeni başlangıçlar olduğunu hissediyorum. her zaman daha iyiye gidiyor gibi gözükmeseler bile, başladığımız noktadan ileride durduğumuzu farkettiğimizde herşeye değiyor bence.
vardığım son noktaya gelecek olursak, çukurcuma'nın köhne ama entellektüel sokaklarından nişantaşı'nın seçkin caddelerine geçmiş bulunmaktayım. Yazın ilk günlerini nihayet yaşamaya başlayabildiğimiz şu günlerde sabah yürüyüşlerime kuş cıvıltıları eşlik ediyor. birkaç haftadır fırsat bulamasam da, artık cumartesi sabahları dilediğimce güneşlenebilirim. bu yaz güzel geçecek gibi…
evde büyük bahar temizliği var. malum artık ofis yok. evin dekorasyonunda da ufak değişiklikler olacak gibi gözüküyor. nasılsa evde mimar hanım var… tasarlar, çizer, yapar…

15 Mayıs 2012 Salı

"Alışmaktan korktuğun için; dokunmaktan vazgeçtiğin insanlar vardır."
- La fille sur le pont (1999)

INSTAKANYON

Bahar Kanyon'da konusuna uygun fotoğrafı çekip lokasyon seçeneklerinden Kanyon'u seçip #BAHARKANYONDA etiketiyle Instagram'a yüklüyorsunuz. En çok oyu alan, hediyeyi kapıyor. Arkadaşlarınıza haber vermeyi unutmayın! http://www.instakanyon.com/

9 Mayıs 2012 Çarşamba

7 Mayıs 2012 Pazartesi

ihtiyacım olan en büyük şey buymuş: istanbul'dan kaçmak ve doğaya birkaç günlüğüne sığınmak… yemyeşil virajlı yollarını aşıp gittim ağva'ya. sessizliği dinlemeye… serçelerin cıvıltılarını, rüzgarın sesini… gerçek güneşi gördüm! sıcaklığını hissettim… istanbul'un güzel yüzünü gördüm sonunda…

3 Mayıs 2012 Perşembe

M97 GALLERY gerçekten çok hoş bir web sayfası. Bakmanızı öneririm. 

24 Nisan 2012 Salı

yaz da geldi, böyle bir projeyi hemen hayata geçirmeliyiz….

21 Nisan 2012 Cumartesi

ne zamandır gerçek anlamda yazmak isteyip de yazamamak beni öldürüyordu. artık istediğim gibi doldurabilirim sayfaları. bitmiş bi ilişkiye son verircesine işime son verdim ve tatile çıktım. tutsaklık bitti, özgürüm artık… prangalar demiştim ya… çözdüm ben onları… ancak ne yazık ki bazı alışkanlıklar peşimizi hiç bırakmıyor. sabahın 7sinde ne işim var ayakta, sıcak yatağımın dışında…. hiç mi hiç bilmiyorum. çayımı demledim, maillerime baktım, sigaramı tüttürüyorum… yapmak istediklerimi biriktirmişim ya, hepsi bugün olsun istiyorum şımarık çocuklar gibi. hiç düşünmüyorum ya sonra ne yapıcam diye…

13 Nisan 2012 Cuma

günler aylar gibi geliyor artık. ama bir o kdr da çabuk geçiyor… sanki yüzyıllardır koşuyormuş gibiyim. iş hayatı gerçek anlamda öldürücü etkiye sahip. yaşasın ev hanımlığı diyorum! ben söylemiştim zamanında. üniversite mezunu ev kızı olayım diye ama kimse beni kaale almamış idi. halbuki ne de güzel bişiymiş. sabahları insani saatlerde uyanabilmek, rahat rahat ayağımda şıpıdık terliklerimle sabah kahvemi içebilmek… ve daha neler neler… ayyyttt… daha fazla dayanamıcamm.. prangalarımdan kurtulasım var artık!

20 Mart 2012 Salı

Sieve armchair by Sadi Ozis 1959
Karre Design

9 Mart 2012 Cuma

Fishnet upholstered by Sadi Ozis 1959
Karre Design

26 Şubat 2012 Pazar

24 Şubat 2012 Cuma

i could not imagine that i can write ever again. i was like numb. i could not think clearly. i was asking the same question continuously. how could it be? how could this happen? i still could not accept it. I would think that such things could never befall us. but the day comes and it always happens. then i moved on to my life, like nothing has happened. i feel as he is still here and i act this way. then a moment comes out, and i realize the reality.
it’s been exactly a month since my dad passed away. i miss him more than words can ever say. 

24 Ocak 2012 Salı

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi…
Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…
Bir gün mezarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi…
Bir gün sesimiz, hepimizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…. 
Uğur Mumcu
(25/08/1975 tarihli Cumhuriyet gazetesi)
Ben, Atatürkçüyüm. Ben, Cumhuriyetçiyim. Ben, laikim. Ben, anti-emperyalistim. Ben, tam bağımsız Türkiye'den yanayım. Ben, özgürlükçüyüm. Ben, insan hakları savunucusuyum. Ben, terörün karşısındayım. Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır. 
If İstanbul 2012‘yi kaçırmayın! 
If İstanbul 2012 geliyor! 

23 Ocak 2012 Pazartesi

I AM BEING AN ARCHITECT!

lise kaçıncı sınıfta olursanız olun, eğitim hayatınızın bu bölümünde hangi üniversiteyi seçeceğinizi bilemez, özellikle de hangi mesleğin size daha uygun olacağı konusunda sürekli fikir değiştirirsiniz. ve fikir edinebileceğiniz tek fırsat da üniversite tanıtım günlerinde _ki eğer varsa (çoğu devlet üniversitesinde bulunmuyor)_ öğrencilerle konuşabilmektir. 
ancak bu yıl, İTÜ mimarlığı merak eden ve neler yapıldığını gözlemlemek isteyenlere bir fırsat sundu. 21 ocak cumartesi günü İstanbul'un farklı liselerinden 100 lise öğrencisiyle bir günlük bir atölye çalışması yürüttü. okulların sömestr tatiline girdiği şu günlerde, ‘mimar olsam nasıl olurdu?’ veya 'mimarlık bölümünde işler nasıl yürüyormuş?’ diyen ve mimarlarla doğrudan tanışmak isteyen liseliler için gerçek bir fırsattı. 
Nihal Arlat’ın İTÜ mimarlık fakültesi ve mimarların katkılarıyla oluşturduğu mimar oluyorum projesi; lise son sınıf öğrencilerini üniversite sınavı öncesinde mimarlıkla ilgili bilinçlendirerek daha özgür bir seçim yapmalarını hedefliyor. her öğrencinin projesi web sayfasından takip edilebilir. ayrıca blog aracılığıyla öğrenciler, mimarlar ve öğretmenlerler sınav süreci boyunca iletişimde kalabilir, burayı bir iletişim platformu olarak kullanabilecekler.

22 Ocak 2012 Pazar

bir cumartesi günün daha sonuna geldiğimiz, hatta pazar gününe geçiş yaptığımız şu dakikalarda gerçeklerle yüzleşmek çok zor geliyor… daha yapacaklarım, yapılacaklar, beni bekliyor… son vodafone reklamında gibiyim =) koşturmaca içinde geçecek bir pazar günü ardından da kesintisiz bir hafta yine beni bekler… bu günler niye bu kadar hızla geçer? 7/24 saat yetmiyor değil. sadece herşeye aynı anda yetişmeye çalışmak, ister istemez yapılacaklar arasında önceliklerinizi belirleyip aralarında seçim yapmanızı zorunlu kılıyor. o yüzden arada bir pause tuşuna basıp hayatı durdurmak, ve istediğimde hayatın yalnızca istediğim bölümünün akışını sağlamak istiyorum… siz nasıl olsun isterdiniz? 

19 Ocak 2012 Perşembe

bu dondurucu soğukta güne başlarken içinizi ısıtacak… 

17 Ocak 2012 Salı

kar yağdı, yollar kapandı, berem kafamda düştüm yollara… az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, denizleri aştım da geldim, kollarına atladım sevgilimin… kar attım, kar tuttum, çok üşüdü ellerim, dondum… çay içtim, çorba içtim, yetmeyince viski içtim… uyudum, uyandım… siz de uyanın… çünkü hikaye bitti. ne kar kaldı, ne de başka birşey, reel dünyaya dönmek böyle birşey!… 

16 Ocak 2012 Pazartesi

I CAN BE… ARCHITECT!

Çocukluğumun son demlerinde Barbie‘lere yetişebilmiş biri olarak diyebilirim ki o zamanlar bile sadece bebek olmaktan öte, ilginç Barbie'ler vardı. Yeni yıl hediyesi olarak aldığım Climber Barbie'yi hatırlıyorum. Sürekli birbirine karışıp düğüm olan, evin her yerine kurduğum Barbie ekipmanlarıyla sandalyelere, masalara, dolaplara tırmanırdı benim Barbie…
Tabi artık 2000'leri bile devirdik. Yeni Barbie'lerin ne olabileceği konusunda bizler de söz sahibi olabiliyoruz. Barbie bebeklerinin meslekleri üzerine yapılan oylamalar sonucunda 2011'in kariyeri belli oldu! Mimar Barbie… 
Hafızam beni yanıltmıyorsa 2010'da yapılan ilk seçmelerde Mimar Barbie, Muhabir Barbie'ye karşı kaybetmişti. Ancak Mimar Barbie'yi gündeme taşıyan mimarlık tarihçisi Despina Stratigakos, gelecek kuşakları mimarlık mesleğine ısındırmak için iyi bir model oluşturacağını savunarak Matel'i ikna etmiş. Sonuç mu? Buraya tık…

Architectural Journal, Mimar Barbie'yi 2012'nin ilk sayısına kapak yapmış. AIA (American Institute of Architects)'ın aksine; Mimar Barbie'nin mimarlığı meslek olarak seçmeyi düşünen kadınlara rol modeli olamayacağını düşünen AJ ekibi, Ocak 2012 sayısında ’Women In Practice’ dosyasıyla mimarlık mesleğinin içinden gelen 60'tan fazla kadın mimarı mercek altına almış.
Kapakta yer alan Barbie, alışılmışın çok dışında… Piyasaya sürerken kullanılan pembe jean elbisenin yerine, siyah deri bir ceket ve elbise giydiren AJ editörü Christine Murray, böylece 'siyah giyen mimar’ klişesine de göndermede bulunmuş. AJ tarafından hazırlanan 'Women in Architecture’ anketinin sonuçlarından yola çıkılarak hazırlanan dosyada asıl meselenin kadınları mimarlık mesleğine yönlendirmekten ziyade onların çalışma hayatının içinde kalmalarını sağlamak olduğu vurgulanıyor. 

15 Ocak 2012 Pazar

the international‘ı bu akşam yeni Star'da izledim yan gözle… yan gözle diyorum, çünkü bilgisayarıma yoğunlaşmış vaziyetteydim. haliyle filmin konusuymuş, aksiyonuymuş, oyunculuk nasılmış… hiiiççç umrum olmadı. ama öyle bir sahne geldi ki, elimde iş güç ne varsa bıraktım, kilitlendim televizyona. adamlar guggenheim'ın altını üstüne getirirdiler. bunlar dışın dışın yapcaklar diye, duvarlar oldu mu delik deşik… güzelim cam ışıklığı da indirdiler aşağı komple… içim gitti içim… o sebeple afişler arasından müzeye gönderme yapan bu versiyonunu seçtim. fırsat bulursam yeniden izlicem. çünkü başından itibaren dikkatle izlemediğim için yarım yamalak kaldı aklımda. filmin son sahneleri ise istanbul'da geçmekte… haluk bilginer ise usta oyunculuğuyla çok hoştu.
izleyiniz…. 

12 Ocak 2012 Perşembe


BURADA ENGELLENDİM!

buradaengelledim.com, başkaları tarafından konan engellerle baş edebilmek ve bu engelleri kaldırabilmek için seslerini duyurmayı amaçlamaktadır… yürürlüğe giren 5378 sayılı kanunun gerekli düzenlemelerin yapılması için belirlediği son tarih 7 Temmuz 2012. Eksiklerin bu tarihe kadar tamamlanabilmesi için sizler de engellendiğiniz yerleri siteye bildirebilir, sesinizi duyurabilirsiniz…
son günlerde to do listimdekilerin üstünü sırayla çiziyorum… hala eksikler var ve kimilerini de boşvermiş durumdayım kimin umrunda. olduğu kadarıyla artık. mesela atladıklarımdan biri, masama şirinlik abidesi küçücük bir çam ağacı almaktı. ne var ki aramaya çok vaktim olmadığı gibi, bulamadım da… üstelik yeni yıla çoktan girdik.
raflarımda eksiklikler vardı. pek değerli kitaplarımı yerlerine yerleştirdim ve bu iş de tamamlandı. aylar evvel yargıcı'da bırakmış olduğum trençkotumun yaka aksesuarını, bunca geçen zamana rağmen hala sakladıklarını öğrendim. mağazadan aldırıp eve getirdim. =) 
her geçen gün yeni şeyler eklemeye devam ediyorum. bu to do list hiç bitmez….
hadi bakalım… bir gün daha başlıyor… =)

5 Ocak 2012 Perşembe

moda ve danslarımız yıllar içinde nasıl şekillenmiş görelim =)

3 Ocak 2012 Salı

arkitera dün sormuş: ey mimarlar, mimarlığı seviyor musunuz? ve eklemişler “her sabah yeni bir güne başlarken mimarlığı seviyorum diyebiliyor musunuz?" 
ya siz? diyor musunuz? diyebiliyor musunuz?
her ne kadar twitter'a birçokları gibi ısınamasam da, konuyla ilgili söz söylemek isteyenler tweet'lerin sonuna #mimarligiseviyorum yazdığınızda, sesinizi duyurmuş oluyorsunuz… 
şu sıralar arkadaşım Ilgaz'ın yönetmenliğini üstlendiği ful yaprakları oyunu için iki dans sahnesi hazırlığındayım. kitabı yeni okumaya başladım ve nerdeyse bitmek üzere… günümüzde geçen ve sanal ortamda yalanlar üzerine kurulan ilişkileri anlatan trajik bir öykü… herkese tavsiye ediyorum.